Denizcilik Sektöründe Sendikasızlaşma Süreci ve Örgütlenme Sorunları
Denizcilik sektörü, doğası gereği parçalı, hareketli ve uluslararasıdır. Denizciler, farklı şirketler, bayraklar, coğrafyalar ve mevzuatlar arasında çalışmak zorundadır. Bu durum örgütlenmeyi teknik olarak zorlaştırsa da esas sorun, sendikal hareketin bu dağınık yapıya uygun stratejik bir örgütlenme biçimi geliştirememesidir.

Türkiye’nin yeni kurulduğu dönemde devletçilik ilkesi gereği limanlar ve denizcilik işletmeleri kamu tekelinde işletilmekteydi. 1939 yılında grevlerin yasaklanması ile genel anlamda işçilerin örgütsüzlüğü üzerine bir sermaye birikim stratejisi oluşturulmuştur. O dönem İstanbul, İzmir ve Zonguldak gibi işçi sınıfının yoğunlaştığı liman kentlerinde dernek faaliyeti olarak sendika öncülü yapılar mevcuttu. 1940’ların ortasında, İstanbul’da Vapur Kaptanları ve Makinistleri Derneği gibi mesleki örgütler kurulmuştu. Ancak bu yapılar sınıf temelli değil meslek odası ve yoğun devlet denetimine tabi kuruluşlar olarak karşımıza çıkıyor. 1947’de sendikalar ve toplu iş sözleşmesi kanununun çıkmasıyla ilk sendikalar kurulmaya başlanmış ve grev hakkı kazanılmıştır. Ancak devletin yoğun denetimi ve baskısı sonucu denizcilik sektöründeki sendikalaşma da bu yasanın çerçevesinde şekillenmiş, gerçek bir sınıf örgütlenmesinden çok, kontrollü bir boşaltım supabı görevi görmüştür.
1960'lı ve 70'li yıllarda Türkiye işçi sınıfı, genel olarak olduğu gibi denizcilik sektöründe de önemli kazanımlar elde etti. Türk Deniz-İş ve benzeri denizcilik sendikaları, özellikle devletin deniz taşımacılığında belirleyici aktör olduğu dönemde, işçilerin örgütlenme kapasitesini artırmıştı. Bu kazanımların bir sonucu olarak 854 sayılı Deniz İş Kanunu da o dönem 20 Nisan 1967’de yürürlüğe girmiştir. O dönem, Deniz Nakliyat A.Ş. gibi kamu kuruluşlarında çalışan deniz işçilerinin sendikal güvenceleri vardı. Bu dönem aynı zamanda, militan sınıf hareketlerinin yükseldiği, iş bırakmaların ve grevlerin meşru sınıf silahları olarak kullanıldığı bir süreçti. 12 Eylül 1980 askeri darbesi, sadece politik değil, iktisadî bir karşı-devrimdir. Bu darbe ile birlikte işçi sınıfının tüm örgütlü yapıları parçalandı. Denizcilik sektöründe de sendikaların etkisi fiilen bitirildi. Sendikal faaliyetler yasaklandı, grevler ertelendi, sendika yöneticileri tutuklandı. Bu, sermaye sınıfının "özelleştirme, taşeronlaştırma ve esnekleştirme" hamleleriyle deniz işçisini yeni bir emek rejimi altına alma stratejisinin ilk aşamasıydı.
1990’lar ve sonrasında başlayan küreselleşme ve özelleştirme furyası ile birlikte denizcilik alanında kamu varlıkları birer birer özelleştirildi. Denizcilik Bankası, Deniz Nakliyat gibi kamu kuruluşları ya kapatıldı ya da özel sermayeye devredildi. Bu süreçle birlikte deniz işçileri artık bireysel sözleşmelerle, taşeron firmalarla çalışır hâle geldi. Kadro güvencesi ve sendikal haklar yok edildi. Kaptanlar dahil olmak üzere tüm deniz emekçileri "serbest emek" pazarında armatörlerin keyfine terk edildi. İlerleyen yıllarda Türk bayrağının terk edilmesiyle emeklilik ve sosyal güvence de deniz işçileri için bir hayal oldu. Bu süreçte denizcilik eğitimi de metalaştırıldı. Denizcilik fakülteleri işgücü piyasasının ucuz emek deposu hâline geldi. Mezunlar sendikal bilinçten yoksun bir şekilde, bireyci bir rekabet dünyasına atıldılar.
Bugün gemi içindeki çalışmada mesai kavramı bulanık, hak talebi "isyankârlık" sayılıyor. Denizcilik sektöründe, özellikle de özel tersaneler, Ro-Ro taşımacılığı ve yabancı bayraklı gemilerde, işçiler ya hiçbir sendikaya üye olamıyor ya da kâğıt üzerinde üye olup armatör yanlısı sarı sendikalarla bir de maaşlarından sendika aidatı ödemeye mecbur bırakılıyorlar. Kaptanlar ise çoğunlukla armatör ve işçi arasına sıkıştırılmış, ara kademe yöneticiler olarak sınıf konumlarını unutmuş durumda.
Sonuç olarak sendikasızlaşma, Türkiye denizciliğinin değil, Türkiye kapitalizminin bir yansımasıdır. Bizler, sınıf olarak parçalandıkça, sermaye bizi daha ucuza, daha güvencesiz çalıştırmak için gemi gibi taşıyıcı araçlara değil, birer yük gibi davranmaya başladı. Denizcilik, iş güvenliği olmayan bir sektöre dönüştü çünkü gemiler değil, sınıf bilinci battı.
Liman işçileri ve Denizciler Arasında Sendikal Örgütlenme
Liman işçileri kıyıda çalışır; liman sahasında, konteyner yükleme-boşaltma, vinç kullanımı, antrepo düzenlemesi gibi alanlardadır. Denizciler ise sürekli hareket hâlindedir; açık denizdedir, zaman ve mekân kavramı silinmiştir. Aylarca karaya çıkmazlar. Bu durum, emek süreçlerinin birbirinden kopmasına, işçilerin birbirinin mücadelesine yabancılaşmasına neden olur.
Liman işçileri, çoğunlukla kara hukukuna tabi, belirli vardiyalarla ve sendikal gelenekle daha iç içe çalışır. Denizciler ise "gemide devlet" rejimiyle yaşar. Gemide kaptan armatörün, şirketin ya da devletin temsilcisidir. Bu farklılık, ortak bir örgütlenme kültürünü zorlaştırır. Denizciler çoğu zaman liman işçisinin kazanımını "kendine ait olmayan bir kazanım" gibi görür, liman işçileri ise gemicinin sorunlarını "uzakta yaşanan bireysel trajediler" gibi değerlendirir.
Farklı çalışma hukukları ve statü durumu da liman işçileriyle denizciler arasında ciddi bir sendikal örgütlenme engeli teşkil eder. Türkiye'de liman işçileri, çoğu zaman 4857 sayılı İş Kanunu’na tabidir. Denizciler ise, şayet Türk bayraklı gemide çalışıyorsa, 854 sayılı Deniz İş Kanunu'na göre çalışır ya da yabancı bayraklı gemilerde çok uluslu kanunlara göre değerlendirilir. Bu sebeple de denizcilerin hukuken sendika hakkı yoktur. Ancak şirketler ITF ile bir anlaşma yapmışsa gemide çalışmaya başladıklarında sendikal haklara sahip olurlar. Fakat bu durum da bildiğimiz anlamda bir sendikal örgütlülüğü beraberinde getirmez. Bu farklar çerçevesinde taban ücret, fazla mesai, sendikal haklar, sözleşme süresi gibi konularda eşitsizlik yaratır. Ortak toplu sözleşme yapılmasını hukuken engeller.
Denizcilik Sektöründeki Uluslararası Sendikalarla Türkiye’dekiler Arasındaki Farklar
Uluslararası düzeydeki denizcilik sendikacılığı ile Türkiye’deki sendikal yapılar arasında ciddi yapısal ve ideolojik farklar bulunur. Öncelikle, uluslararası denizcilik sendikaları –özellikle ITF gibi kuruluşlar– ulus ötesi bir örgütlenme stratejisiyle hareket eder. Bu yapılar, deniz işçilerinin yalnızca belirli bir ülkede değil, küresel ölçekte ortak bir sınıf gerçekliği içinde örgütlenmesini esas alır. Uluslararası sendikacılıkta "kolay bayrak" olarak bilinen, gemilerin düşük işçilik ve denetim maliyetleri nedeniyle ucuz iş gücü barındıran ülkelerde kaydedilmesi (örneğin Panama, Liberya gibi), doğrudan mücadele konusu yapılır. ITF bu tür gemileri hedef alır, personelin sözleşme ve ücret haklarını korumak için limanlarda doğrudan müdahalede bulunabilir. Ama unutulmamalıdır ki Batılı sosyal demokrat ülkelerin dışındaki despotik rejimlere sahip ülkelerde bu hak aramaları çok yüksek ihtimalle sonuçsuz kalacağından ITF de yalnızca emek haklarının yüksek olduğu ülkelerde etkin bir faaliyet yürütme kapasitesine sahiptir.
Bu örgütlenme modeli, Türkiye’deki sendikal yapılarla kıyaslandığında çok daha güçlü ve koordineli bir yapıdır. Türkiye'de ise sendikacılık genellikle dar işkolu esasına dayalıdır ve devletin belirlediği sınırlar içinde hareket eder. Deniz işçileri genellikle düşük örgütlülük düzeyindedir ve var olan sendikaların çoğu ya bürokratikleşmiş ya da armatörle uyumlu "sarı sendika" karakteri taşır. Ayrıca Türkiye’deki sendikalar, ITF gibi küresel ağlara bağlansa bile, çoğunlukla bu bağlantıyı pasif ve temsil düzeyinde sürdürür, doğrudan mücadele pratiğine dönüştüremez. Liman ve deniz işçileri arasında köprü kurmakta da yetersizdirler.
Uluslararası alanda ise sendikalar, gemi adamlarının milliyet, unvan ya da şirket fark etmeksizin aynı sınıfın mensupları olduğunu savunur. Bu nedenle zabitlerle tayfalar aynı örgüt çatısında yer alabilir. Oysa Türkiye’de zabitler çoğu zaman işveren vekili sayılır ve sınıf dışına itilmiş bir konumdadır.
Sonuç olarak, uluslararası denizcilik sendikacılığı daha fazla dayanışma, sınıf birliği ve ulus-ötesi mücadele üzerine inşa edilirken, Türkiye'deki yapılar daha çok parçalı, sınırlı ve çoğu zaman sistem içi uzlaşmayı esas alan bir karakter taşır. Bu da Türkiye’deki deniz işçilerinin örgütsüz kalmasına, güvencesiz çalışmasına ve uluslararası emek dayanışmasından kopuk hâlde varlığını sürdürmesine yol açar.
Sendikalaşma ve Taşeronlaşma
Günümüzde Türkiye’de sendikaların işçilerin haklarını koruma kapasitesi ciddi anlamda sınırlanmış durumdadır. Özellikle 2000’li yıllarla birlikte hız kazanan neoliberal dönüşüm ve esnek istihdam politikaları, sendikal alanı bilinçli olarak daraltmıştır. Yasal düzenlemeler, grev hakkının sınırlandırılması, işkolu barajları, yetki tespit süreçlerindeki engeller ve sendikal faaliyetlerin kriminalize edilmesi gibi mekanizmalar, sendikaların toplu pazarlık ve hak koruma gücünü zayıflatmaktadır. Bu ortamda sendikalar, çoğu zaman savunmacı bir pozisyonda kalmakta; proaktif mücadele üretme kapasitesinden uzaklaşmaktadır.
Taşeronlaşma karşısında ise sendikaların etkisi daha da zayıflamaktadır. Çünkü taşeronluk sistemi, emeği yatay biçimde parçalayarak işçileri aynı üretim alanı içinde bile farklı statü ve haklara sahip bireyler hâline getirir. Bu durum, kolektif örgütlenme kültürünü zayıflatır ve işçileri birbirine karşı rakip pozisyonlara iter. Taşeron işçiler genellikle en düşük ücretlerle, en güvencesiz koşullarda çalıştırıldığı için sendikalara erişimleri ya çok sınırlı ya da tamamen engellenmiştir. Mevcut sendikaların çoğu ise hâlâ esas işverenin kadrosundaki işçileri esas alan dar bir örgütlenme anlayışında ısrar etmektedir.
Gemi ve liman sektöründe bu tablo daha çarpıcıdır. Limanlarda vinç operatörü, palamarcı, terminal içi taşımacılar gibi birçok iş kolu taşeron şirketler eliyle yürütülmektedir. Bu alanlarda çalışan işçiler çoğu zaman sendikal örgütlenmeye kapalıdır veya sendikalaşma girişimleri doğrudan işten çıkarmayla bastırılmaktadır. Sendikalar ise bu tabloya karşı güçlü bir sınıf dayanışması stratejisi geliştirememektedir. Sonuç olarak, taşeronlaşma karşısında mevcut sendikalar ne örgütlenme alanını genişletebilmekte ne de bu güvencesiz kitleleri hak mücadelesine dahil edebilmektedir.
Bu koşullar altında, sendikaların gerçek anlamda hak koruyucu yapılar hâline gelebilmesi için yalnızca yasal reformlar değil, aynı zamanda örgütsel bir dönüşüm geçirmeleri gereklidir. Sendikaların sınıf esaslı, birleşik, kapsayıcı ve mücadeleci bir çizgiye dönmeleri; taşeron işçileri de kapsayan, tabandan yükselen bir örgütlenme stratejisi inşa etmeleri zorunludur. Aksi takdirde sendikalar, sadece geçmişte kazanılmış hakların sembolik koruyucusu olmanın ötesine geçemezler.
Denizcilerin ve Liman İşçilerinin Sendikalaşma Sorunu
Sendikasızlık, deniz işçilerinin ve liman işçilerinin karşı karşıya kaldığı iş güvencesizliği, mobbing (psikolojik yıldırma), düşük ücret, ağır çalışma koşulları gibi sorunların hem doğrudan nedeni hem de bu sorunların kalıcı hâle gelmesinin temel taşıyıcısıdır. Örgütsüzlük; yalnızca hak arama zeminini ortadan kaldırmakla kalmaz, aynı zamanda işçilerin birbirinden kopuk, bireyselleşmiş ve patron karşısında savunmasız bir pozisyonda kalmasına yol açar. Bu durumu birkaç temel boyutta incelemek gerekir.
İlk olarak, iş güvencesizliği en çok sendikasız alanlarda yoğunlaşır. Sendikalı iş yerlerinde toplu iş sözleşmesi, kıdem tazminatı güvencesi, işten çıkarmada geçerli sebep ilkesi gibi koruyucu düzenlemeler vardır. Ancak sendikasız denizciler çoğu zaman aylık, seferlik ya da projelik sözleşmelerle çalıştırılır. Bu sözleşmeler şirketin keyfi kararlarına son derece açıktır. Bir mürettebat, mesaiye kalmak istemediği, dinlenme saatine uyduğu ya da hakkını aradığı için anında "bir sonraki sefere çağrılmamak" tehdidiyle karşılaşabilir. Liman işçileri için de durum farklı değildir; taşeronluk sistemiyle güvencesizlik kurumsallaşmış, işçiler her gün işten çıkarılma korkusuyla çalışır hâle gelmiştir.
İkincisi, mobbing özellikle sendikasız ortamlarda daha sık ve sistematik olarak görülür. Çünkü mobbing, sermayenin işçiyi denetleme, pasifize etme ve işten kendi isteğiyle ayrılmaya zorlama yöntemlerinden biridir. Deniz işçileri açısından, şirketçi kaptanlar veya zabitler eliyle uygulanan baskı, tehdit, hakaret gibi uygulamalar yaygındır. Bunlar genellikle deniz üzerindeki "kapalı sistem"in içinde kalır ve dış denetim mekanizmalarına ulaşamaz. Esasen bu kapalı sistemin içerisinde sözde MLC ile gelen şikâyet formları vardır ancak bu da bir sonraki sefere aynı şirkette çalışmama durumu açığa çıkacaktır. Sendika olmadığı sürece işçinin bu tür uygulamalara karşı başvurabileceği bir hukuk ya da dayanışma zemini oluşmaz. Aynı şekilde, limanlarda da vardiya amirleri ya da taşeron şefleri eliyle sistematik mobbing uygulanabilir; ama sendikal denetim yoksa, bu durum işletme içi "disiplin sorunu" olarak geçiştirilir.
Ayrıca sendikasızlık, işçilerin yalnızca patrona karşı değil, birbirlerine karşı da güvensiz ve rekabetçi bir hâle gelmesine neden olur. Hak aramak kolektif bir güç gerektirir; ama sendikasız ortamda her işçi yalnızdır ve "yerine birini bulurlar" korkusuyla ses çıkarmaz. Bu durum, patronun kârını maksimize ederken işçilerin örgütlü gücünü sıfırlar. Ne ücret pazarlığı yapılabilir ne vardiya süreleri düzenlenebilir ne de insanca çalışma koşulları talep edilebilir.
Son olarak, sendikasızlık sadece bir eksiklik değil; bir yönetim stratejisidir. Türkiye’de birçok gemi işletmesi ya da liman şirketi, doğrudan sendikalaşmayı engellemek üzere danışmanlar çalıştırmakta, işçilere gözdağı vermekte, gerekirse sendika öncülerini işten atmaktadır. Bu baskı mekanizması sendikasız ortamı yeniden üretir, işçileri sindirir ve sınıf bilincini bastırır.
Neden Armatör-Devlet Diyoruz?
Devletin ve işverenlerin sendikal örgütlenmeye karşı tutumu, özellikle Türkiye’de açıkça baskı, engelleme, bölme ve pasifleştirme biçimlerinde tezahür ediyor. Bu tutum, yalnızca ideolojik ya da siyasî bir tercihten değil; doğrudan sermayenin kârını artırmak, emeği daha ucuza ve denetim altında çalıştırmak için kurulan neoliberal düzenin bir parçası olarak uygulanıyor. Liman işletmeleri özelinde baktığımızda bu durum daha da görünür hâle geliyor, çünkü bu sektör hem yüksek kâr oranlarına sahip hem de örgütlenme potansiyeli yüksek bir emek gücünü barındırıyor. Bu nedenle, sermaye-devlet ittifakı limanlarda sendikal örgütlenmeye karşı çok katmanlı bir saldırı stratejisi yürütüyor.
Birincisi, devlet doğrudan yasal ve idari araçları kullanarak sendikalaşmayı zorlaştırıyor. Özellikle limanlarda işkolu tespiti, yetki belirleme, toplu sözleşme süreci gibi adımlar ciddi şekilde bürokratikleştirilmiş durumda. Örneğin, bir limanda çoğunluğu sağlayan bir sendikanın yetki alması aylar, bazen yıllar sürebiliyor; bu süreçte işveren karşı-sendikalar kurdurabiliyor ya da mahkemeler yoluyla süreci uzatabiliyor. Ayrıca işten atılan sendika öncülerinin işe iade davaları çoğu zaman caydırıcı olmaktan uzak. Devlet burada tarafsız değil; sermayenin yanında, işçinin karşısında konumlanıyor.
İkincisi, liman işletmeleri doğrudan baskı ve yıldırma politikaları uyguluyor. Örneğin, Ambarlı, Mersin ya da İzmit Körfezi’ndeki bazı özel limanlarda, sendikaya üye olan işçiler hemen işten çıkarılmış ya da başka bölümlere sürülmüştür. Çoğu limanda yaşanan örgütlenme girişimlerinde, sendika temsilcilerinin fişlendiği, hatta bazı liman içi taşeron firmaların bu listeleri hazırladığı bilinmektedir. Yine benzer bir şekilde birçok liman işletmesinde sendikaya üye olmaya başlayan işçiler “performans düşüklüğü” ya da “işe ihtiyaç kalmaması” gibi gerekçelerle işten çıkarılmıştır. Bu örnekler, işverenlerin örgütlenmeye doğrudan savaş açtığını göstermektedir.
Üçüncü ve daha sinsi yöntem ise “sarı sendika”laştırmadır. Yani işveren, bağımsız bir işçi örgütlenmesini engellemek yerine, kendi denetiminde, mücadele etmeyen ve işverenle uyumlu sendikaların örgütlenmesine izin verir. Bu yapılar, işçilerin gerçek taleplerini yansıtmaz; toplu sözleşme süreçlerinde düşük ücret artışlarını ya da sosyal hakları başarı gibi sunar. Ancak gerçekte, işverenin iş barışını bozmadan üretimi sürdürmesini sağlarlar. Bu durum örgütlenmenin içini boşaltır ve sınıf dayanışmasını zayıflatır.
Sonuç olarak devletin ve işverenlerin sendikal örgütlenmeye karşı tutumu çok katmanlı ve sistematiktir: yasal engeller, doğrudan baskı, sarı sendikalarla bölme ve işçileri birbirine düşürme stratejileri iç içe işletilir. Limanlar bu mücadelenin en sert yaşandığı alanlardan biridir. Çünkü liman işçileri stratejik öneme sahiptir; grev yaptığında tüm tedarik zinciri etkilenir. İşte bu nedenle limanlarda sendikal mücadele hem en çok bastırılan hem de başarıldığında en etkili sonuçları doğuran alandır. Bu nedenle, liman emekçisinin örgütlü mücadelesi, yalnızca kendi hakkı için değil; sınıfın bütününün geleceği için yaşamsaldır.
Limanlarda yaratılan bu durum deniz işletmeciliğinde de yukarıdaki sorulara verdiğim cevaplarda ifade ettiğim gibi kolay bayrağa geçme ve uluslararası hukuk nezdine taşındığı için sendikalaşmanın önü kapatılmıştır. Sosyal tecrit altında çalışan deniz işçileri liman işçilerine göre çok daha dağınık olduğundan gemilerde fiili grev dâhi örgütlemek çok zor. Ekonomik grevleri bile zor yoluyla bastıran bir sermaye birliği ve devlet şiddeti önümüzde dururken siyasal bir grevi örgütlemek mevcut sınıf dinamizminde oldukça zor görünüyor.
Sendikacılığın Krizi ve Denizcilik Sektörü
Türkiye’deki sendikacılığın içinde bulunduğu genel kriz ile denizcilik sektöründeki sendikasızlık arasında doğrudan ve yapısal bir bağ vardır. Bu ilişki hem tarihsel olarak hem de güncel sınıf mücadelesi bakımından anlaşılması gereken bir bütünlük arz eder. Türkiye’de sendikacılığın karşı karşıya olduğu kriz, yalnızca bir sektörün veya belirli bir dönemin meselesi değil; 12 Eylül rejimiyle birlikte kurumsallaşan, neoliberal sermaye birikim rejiminin tüm çalışma alanlarına nüfuz eden bir sistem krizidir. Denizcilik sektörü bu krizin hem en açık göstergelerinden biridir hem de onun en ağır sonuçlarını yaşayan alanlardan biridir.
Türkiye’deki sendikal hareket, 1980 askerî darbesinden bu yana bölünmüş, bastırılmış, bürokratikleştirilmiş ve siyasetsizleştirilmiştir. Grev hakkı ciddi sınırlamalara maruz kalmış, toplu sözleşme süreçleri bürokratik prangalara bağlanmış, işçilerin sendikal örgütlenme özgürlüğü yasal düzenlemelerle değil fiilî baskılarla sınırlanmıştır. Bu süreçte sendikaların önemli bir kısmı mücadeleci çizgisini kaybetmiş, birer "sosyal hizmet kurumu"na dönüşmüştür. Sınıf temelli bir politika üretmek yerine, işverenle “uyumlu ilişkiler” kurmaya çalışan bir anlayış hâkim olmuştur. İşte bu krizli zemin, denizcilik gibi örgütlenmesi zaten güç olan bir sektörde sendikasızlığın kökleşmesine zemin hazırlamıştır.
Denizcilik sektörü, doğası gereği parçalı, hareketli ve uluslararasıdır. Denizciler, farklı şirketler, bayraklar, coğrafyalar ve mevzuatlar arasında çalışmak zorundadır. Bu durum örgütlenmeyi teknik olarak zorlaştırsa da esas sorun, sendikal hareketin bu dağınık yapıya uygun stratejik bir örgütlenme biçimi geliştirememesidir. Çünkü Türkiye’deki mevcut sendikal anlayış hâlâ sabit işyerlerine, kadrolu işçilere ve yerel pazarlıklara odaklıdır. Oysa denizcilik sektörü esnek, geçici ve çok uluslu yapısıyla bu anlayışın dışında kalmaktadır. Sendikal kriz, tam da bu noktada, denizcilik sektörünü kapsayamayan, dönüştüremeyen ve kazanamayan bir yapı olarak kendini gösterir.
Ayrıca, sendikal hareketin ideolojik düzeyde içine düştüğü kriz de belirleyicidir. Sınıf mücadelesi perspektifinden uzaklaşmış, işçiyi bir “müşteri” gibi gören bir sendikacılık anlayışı, denizcilerin yaşadığı yoğun güvencesizlik, uzun süreli izolasyon, yabancı bayraklı gemilerdeki sömürü gibi sorunlara karşı anlamlı bir çözüm üretememektedir. Hâlbuki bu alanda ancak sınıf temelli, uluslararası dayanışmacı ve taban inisiyatifiyle gelişen bir sendikacılık modeli etkili olabilir.
Denizcilerin ve Liman İşçilerinin Sendikaya Bakışı
Liman işçileri ve denizciler sendikalara mesafeli durmasının temel nedenleri arasında güvensizlik, sendikaların etkisizliği, işveren baskısı, sınıf içi bölünmüşlük ve bilgi eksikliği öne çıkıyor.
Birçok işçi geçmişte sendikaların yeterince mücadele etmediğini, işverenle uzlaştığını ya da üyeleri yalnız bıraktığını görmüş ve bu durum güven duygusunu zedelemiştir. Ayrıca sendikaların bürokratik yapısı, işçilerle sahici bağlar kuramaması, onları edilgen bırakmaktadır. Öte yandan, özellikle taşeron sisteminin hâkim olduğu liman ve denizcilik sektöründe sendikaya üye olmak doğrudan işten atılma veya dışlanma riski taşıdığı için korku yaygındır.
Sektördeki parçalı yapı ve ücret eşitsizlikleri ise işçiler arasında rekabeti, dayanışma yerine bireysel çıkarı öne çıkarıyor. Son olarak, birçok deniz emekçisi sendikal haklara dair yeterli bilgiye sahip değil; bu da mesafeyi daha da artırıyor. Bu tabloyu ancak mücadeleci, tabana dayalı, güvenilir bir sendikal yapı dönüştürebilir.
Gençlik Hareketlerinin Sendikalara Yönelimi
Yeni kuşak işçilerin sendikal örgütlenmeye bakışında belirgin bir ikili eğilim göze çarpıyor: Bir yandan klasik, hiyerarşik ve bürokratik sendikal yapılara karşı eleştirel bir mesafe oluşmuş durumda; öte yandan güvencesizlik, düşük ücret, mobbing ve yoğun sömürüye karşı örgütlü mücadeleye yönelik artan bir ilgi ve arayış var. Bu durum, genç işçilerin sendikalara tamamen uzak değil; daha farklı, daha yatay ve daha şeffaf örgütlenme biçimlerine açık olduklarını gösteriyor.
Ancak katılım düzeyi hâlâ sınırlı. Genç işçilerin önemli bir kısmı sendikaları hâlâ etkisiz, yaşlı, hareketsiz yapılar olarak görüyor; geçmişte yaşanan güven kaybı, bugünkü genç kuşakta miras gibi sürüyor. Ayrıca genç işçiler, özellikle denizcilik gibi parçalı, taşeronlaşmış ve uluslararası yapıya sahip sektörlerde çalıştıkları için, örgütlenme kanallarına erişimde ciddi zorluklar yaşıyor.
Yine de son yıllarda bazı genç işçilerin öncülük ettiği bağımsız örgütlenme girişimleri, sosyal medyada dayanışma ağlarının kurulması ya da işyeri bazlı küçük direnişler, potansiyelin hâlâ diri olduğunu gösteriyor. Özetle, genç işçi kuşağı klasik sendikalara mesafeli ama örgütlülüğe tümüyle kapalı değil; mesele, onların dilini anlayan, güven verebilen ve mücadeleyi gerçekten örgütleyebilen bir yapının kurulup kurulamamasında düğümleniyor.
Örgütlenme Stratejisi Nasıl Olmalı?
Sendikal örgütlenmenin güçlenmesi için mücadeleci, tabana dayalı ve esnek bir strateji şart. Mevcut bürokratik yapılar dönüştürülmeli, işyerlerinde taban komiteleri kurulmalı, karar süreçleri işçilere açılmalıdır. Özellikle limanlar ve gemiler gibi parçalı alanlarda yerel ağlar ve dayanışma grupları güçlendirilmeli; taşeron sistemine karşı birleşik mücadele hatları örülmelidir.
Ayrıca, genç işçilerin ve güvencesiz çalışanların dahil olabileceği yatay, esnek ve dijital araçları kullanan alternatif örgütlenme modelleri geliştirilmelidir. Sendika, sadece toplu sözleşme yapan değil, her gün işçinin yanında olan bir mücadele merkezi hâline gelmelidir. Sendikal örgütlenmenin güçlenmesi için alternatif mücadele biçimlerine iyi bir örnek olarak Deniz İşçileri Platformu düşünülebilir. Bu platform, klasik sendikal yapılardan farklı olarak, taban inisiyatifiyle, yani doğrudan denizcilerin ve liman işçilerinin katılımıyla şekillenmiştir. Yatay, bürokratik olmayan yapısı sayesinde, işçilerin doğrudan sesini duyurabildiği, hak ihlallerini ifşa edebildiği ve dayanışma ağları kurabildiği bir alan yaratmıştır.
Deniz İşçileri Platformu, özellikle sosyal medya ve dijital araçları kullanarak görünmeyen sömürüyü görünür kılmakta, genç ve güvencesiz deniz işçilerini mücadeleye dâhil edebilmektedir. Bu örnek, yeni kuşak işçilerin örgütlenmeye kapalı olmadığını; ama klasik sendikal biçimlere güvenmediğini açıkça gösteriyor. Dolayısıyla sendikal hareketin yeniden güç kazanması, bu tür alternatif, taban odaklı ve katılımcı modellerle mümkün olabilir.
Yine benzer durumlarda olan mülteci sendikalarının hukukî engellere karşı geliştirdiği örgütlenme yöntemleri de örnek alınabilir. Keza bağımsız sendikalar, özel okul öğretmenleri sendikası, bağımsız maden iş sendikası gibi kurumlar da izlenecek stratejiler açısından incelenmeyi hak ediyor.
Tepkiniz nedir?






